Tarihte Hz. Muhammed (s.a.v.) kadar hayat hikayesi en ince ayrıntılarına kadar titizlikle kaydedilen ve onun kadar merak edilip araştırılan muhtemelen kimse olmamıştır. Onun tüm yaratılmışların yanında hiç şüphesiz müstesna bir yeri vardır. Şairin de dediği gibi:
Muhammedun beşerun lâ ke’l-beşer Bel hüve yâkûtun beyne’l-hacer Muhammed elbette bir beşerdir ancak sıradan bir beşer değildir. Taşlar içinde yakut ne ise insanlar arasında Muhammed’de odur.
O taşların içinde bir yakut, denizler içinde bir inci, göklerde en parlak yıldız misalidir.
Bizler alemler sultanına ne kadar yakın olursak, o kadar O’nun nuruyla aydınlananlardan olabiliriz. Resûl-i Zişan’a yakın olmak için ise önce O’nu tanımak, mübârek sîretini bilmek gerekir. Hiç şüphesiz insanlığa iki cihan saadetini getiren Allah Resûlü’nün yaşamı okunmaya, öğrenilmeye, model alınmaya en layık olan yaşamdır. O’nun sîretini öğrenmekle hayatımız feyzlenecek, bereketlenecek ve asıl manasını bulmuş olacaktır. Satırlarımızı O’nun sîreti ile şereflendiriyor ve sizlere keyifli okumalar diliyoruz.
İçindekiler
1. Doğumu
Resûl-i Ekrem Efendimiz genel kanaate göre Fil Vakâsı’ndan elli veya elli beş gün sonra Rebîülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü Mekke’de dünyaya gelmiştir. Astronomi alimi Mahmûd Paşa el-Felekî’ye göre Hz. Peygamber’in doğumu 9 Rebîülevvel 20 Nisan 571 Pazartesi iken, Muhammed Hamidullah da Araplarda yaygın olan nesî uygulamasından hareketle hicretten önceki 53. yılın 12 Rebîülevveli olduğunu söylemektedir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e nispetle İsmaîliler olarak adlandırılan Adnânî Araplarına mensuptur. Allah Resûlü’nün soy kütüğü Adnân’a kadar güvenilir bulunmakla beraber, Adnân’dan sonrası çok fazla muteber görülmemiştir. Hz. Peygamber’in dedeleri Mekke’de son derece saygın kimselerdi. Bilhassa dedelerinden Kusay’ın Kureyşlilerin nezdinde ayrı bir yeri vardı. Zira o, Huzaalılar’ı Mekke’den çıkartarak dağlık bölgelerde yaşayan Kureyşlilerin Mekke’ye yerleşmesini sağlamıştı. Babası Abdullah da akranları arasında beğenilen bir kimse idi.
Onunla ilgili kaynaklarımızdan öğrendiğimiz hususlardan biri de babası Abdülmuttalib tarafından kurban edilmesine dair olan hikayedir. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.v.) hem Hz. İsmâil (a.s.)’i hem de babası Abdullah’ı kastederek: “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum.” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in annesi Âmine ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdülmenâf’ın kızıdır. Hamile iken ticaret amacıyla Medine tarafına giden eşi Abdullah’ı kaybeden Hz. Âmine Hz. Peygamber’i yetim bir çocuk olarak dünyaya getirmiştir. Kâinatın efendisinin doğumunu Abdülmuttalib’e haber yollayarak müjdelemiş, bunun üzerine Abdülmuttalib torununun şerefine bir ziyafet düzenlemiş ve orada ona Muhammed ismini vermiştir.
Hz. Âmine’nin Allah Resûlü’nü emzirmek için Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe’ye vermesinden hareketle onu fazla emziremediği söylenebilir. İslam Tarihi kaynaklarında Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ana rahmine düşüşünden doğumuna kadar geçen süreç içerisinde birtakım olağanüstü olaylardan bahsedilmektedir. Bu bilgilerden bir kısmının gerçeklik payı olabileceği gibi mezkûr bilgilerin daha çok sonraki dönem eserlerinde yer alıyor oluşu gibi birtakım sebepler onların sıhhati konusunda soru işaretleri oluşturmaktadır. Resûl-i Ekrem bir beşer peygamber olarak bizlere fevkalade bir yaşantı, bir örneklik ortaya koymuştur. Dolayısıyla O’nun farklı vasıtalarla yüceltilmeye, olduğundan farklı gösterilmeye ihtiyacı yoktur.
2. Çocukluğu ve Gençliği
Araplarda yaygın bir uygulama olan yeni doğan çocukları çölün sağlıklı ortamında büyümeleri ve fasih Arapçayı öğrenmeleri için bedevî kabilelerden bir sütanneye verilme adeti üzerine Hz. Peygamber de Hevâzin kabilesinin Sa‘d b. Bekir koluna mensup Halîme bint. Ebû Züeyb’e verildi. Allah Resûlü İki yıl boyunca sütannesi Halîme babası Hâris ve süt kardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeyma ile yaşadı.
İki yılın sonunda ailesine teslim edilmek üzere getirildiğinde, annesi Âmine bir rivayete göre çöl havasının oğluna yaradığını düşündüğü, bir başka rivayete göre ise o yıl Mekke’de veba salgını bulunduğu için çölde kalmasını uygun gördü. Dört beş yaşına kadar süt annesiyle birlikte kalmaya devam Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bu süre içerisinde Hz. Halîme’nin evine bolluk, bereket getirdiği ve süt kardeşi Şeyma ile oynarken “Şakk-ı Sadr” olarak ifade edilen olağanüstü hadisenin vuku bulduğu kaynaklarımızda yer almaktadır.
Altı yaşındayken annesiyle birlikte babasının mezarını ziyaret etmek için Medine’ye yola çıkan Hz. Muhammed dönüş yolunda Ebvâ denilen mevkide annesi Âmine’yi de kaybetti. Büsbütün öksüz ve yetim kalan Allah Resûlü’nü artık dedesi Abdülmuttalib himaye etmekteydi. Kısa bir müddet sonra dedesini de kaybeden Hz. Muhammed’i amcası Ebû Tâlib yanına alarak koruyup kolladı.
Amcası Ebû Tâlib ve hanımı Hz. Muhammed (s.a.v.)’i sevgileriyle sarıp sarmaladılar, ona kendi çocuklarından daha fazla ihtimam gösterdiler. Hz. Muhammed de amcasına maddi olarak destek olmak için ona ve başkalarına ait koyunları gütmeye başladı. Tıpkı diğer Mekkeliler gibi ticari faaliyetlerde bulunan Ebû Tâlib Suriye’ye giden bir ticaret kervanına dokuz veya on iki yaşındaki Muhammed’i de yanına alarak katılmıştı. Bu seyahat esnasında Hz. Peygamber’in Busrâ mevkinde rahip Bahîrâ ile görüştüğüne dair rivayetler olmakla birlikte bu rivayetlerin sıhhati tartışmalı bir konudur.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gençliğine dair elimizde birkaç anlatı mevcuttur ki bunlardan biri de onun Ficâr Savaşı’nın dördüncüsüne amcalarıyla beraber katıldığı ve savaş neticesinde oluşturulan Hilfü’l-fudûl’a iştirak ettiğidir. Toplumdaki ahlaki yozlaşmayı durdurmak ve haksızlığa uğrayanları kollamak için düzenlenen Hilfü’l-fudûlu Hz. Peygamber nübüvvetinden sonra da övgüyle anmış ve böyle bir toplantıya yine çağrılsa tereddüt etmeden katılacağını söylemiştir. Hz. Peygamber’in gençliğine dair elimizdeki verilerden öğrendiğimiz hususlardan biri de onun diğer amcası Ebû Talib gibi ticaretle uğraştığıdır. Ticari seyahatlere çıkma teklifleri alan Hz. Muhammed böylelikle Habeşistan, Yemen gibi farklı coğrafyaları görme imkânı da bulmuştur. Allah Resûlü’nün Hz. Hatice annemizle evliliği de bu ticari seyahatleri vesilesiyle gerçekleşmiştir.
Zengin ve soylu bir tüccar olan Hz. Hatice ticarette güvenilirliği ile tanınan Muhammed (a.s.)’le tavsiye üzerine ticaret anlaşması yaptı. Anlaşma neticesinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yardımcısı Meysere ile yaptıkları yolculuktan karlı bir şekilde dönmesi ve Meysere’nin ona Muhammed(s.a.v.)’den övgü ile bahsetmesi Hz. Hatice’nin ona olan güvenini daha da arttırdı.
Bunun üzerine Hz. Hatice ya bizzat kendisi ya da bir arkadaşı vasıtasıyla Hz. Peygamber’e evlilik teklifinde bulundu. Evlendikleri sırada Hz. Peygamber 25 yaşında iken Hz. Hatice’nin yaşının 40 olduğu meşhur olmuş olsa da 28 yaşında olduğuna dair rivayetler de vardır ve bazı araştırmacılar bunun daha isabetli olduğu kanısındadır. Evlilikleriyle beraber Hz. Hatice’nin evine taşınan Hz. Peygamber ile Hz. Hatice’nin Zeyneb, Rukayye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma adlı kızları; Kâsım ve Abdullah adlı erkek çocukları olmuştur.
İlk çocuğu olması hasebiyle Ebü’l Kâsım künyesiyle meşhur olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in İbrahim dışındaki tüm çocuklarının annesi Hz. Hatice’dir. Bununla beraber Allah Resûlü’nün Hz. Hatice’den olan erkek çocuklarının sayısıyla alakalı rivayetlerde bir karışıklık söz konusudur. Kâsım’ın lakabı Tâhir iken, Abdullah’ın lakabı da Tayyipti. Ancak bazı rivayetlerde Abdullah, Tâhir ve Tayyip aynı çocuk olarak zikredilmekte, bu durum çocukların sayısı ile alakalı bir ihtilafı meydana getirmektedir. Kız çocuklarıyla ilgili ise herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir.
3. Muhammedü’l Emîn Olarak Anılması
Gençliğinden itibaren ticaretle ilgilenen Hz. Muhammed (s.a.v) gerek iş hayatında gerekse gündelik yaşantısında güvenilirliği ile nam salmıştı. O kadar ki Mekkeliler ona kendisine güvenilen, sözünde duran hıyanet etmeyen manalarına gelen Emîn sıfatını yakıştırmışlar ve Muhammedü’l Emîn olarak çağrılmaya başlanmıştı. Nitekim Hz. Hatice validemiz de onun ticari ahlakından, güvenilirliğinden son derece etkilenmiş ve kendisine evlilik teklifinde bulunmuştu. Otuz beş yaşlarında iken Mekkelilerin Kabe’deki Hacerü’l-Esved’i yerine koyma hususundaki tartışmalarında Hz. Muhammed’in gelişine sevinmiş olmaları ona karşı besledikleri güven duygusuyla alakalıydı.
Allah Resûlü Hacerü’l-Esved’i Kabe’ye yerleştirme hususunda anlaşmazlığa düşen Araplar’a bir bez parçası üzerine taşı koyup, her kabilenin bir ucundan tutmasını tavsiye ederek zekasını ve problem çözme yeteneğini açıkça ortaya koymuştu. Pek çok insanın mallarını Hz. Muhammed’e bırakıyor olması da onun emîn bir kişi olduğunu açıkça gösteriyordu. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekkelileri Allah’ın dinine davet ederken yaptığı konuşmada “Size şu dağın arkasında düşman birliği var desem inanır mısınız?” sorusuna “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını vermeleri nübüvvetten önce O’nun Mekke toplumundaki itibarını ortaya koymaktaydı.
4.İlk Vahyin Gelişi ve Tebliğe Başlaması
İslamiyetten önce Mekke toplumunun çoğunluğu putları ilah olarak kabul ediyor ve birtakım gayriahlaki davranışlarda bulunuyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.) ise toplumun mevcut durumunu tasvip etmiyor, Mekke’deki çoğu insanın yaptığı gibi putlara ilgi göstermiyor, onlara itaatten uzak duruyordu. Muhtemelen o din hususunda toplumda az sayıda bulunan Hanîfler gibi düşünüyor, ancak ne şekilde ibadet edeceğini bilemiyordu. Rabbini, hak yolunu bulamamanın verdiği ıstırabın içindeydi.
Hz. Muhammed (s.a.v.) nübüvvetinden birkaç yıl kadar önce dedesi Abdülmuttalib’in ve bazı Kureyşlilerin de yapmış olduğu gibi Ramazan ayında yanına biraz erzak alarak Hira dağına inzivaya çekiliyor, orada vakit geçirip, tefekkür ediyordu. Erzağı bittiğinde şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve yine Hira Dağı’na çekiliyordu. Bu süreç içerisinde Allah Rasûlü’ne birtakım sadık rüyalar da görünüyor, rüyasında gördüğü olaylar bizzat gerçekleşiyordu. Nitekim Hz. Âişe validemiz de ona nübüvvetin sadık rüya ile geldiğini söylemiştir. Esasında gerek sadık rüyalar gerekse inziva hayatı onun Allahu Teala tarafından peygamberliğe hazırlanmasıyla alakalıdır.
Resûlullah, 610 yılının Ramazan ayında Hira Dağı’nda münzevi hayatına çekilmişken Cebrâil (a.s.) geldi ve ona “Oku!” dedi, ben okuma bilmem diye karşılık verince tekrardan “Oku!” dedi. Bu durum üç kere tekrarladı ve daha sonra Cebrâil (a.s.) “Yaradan Rabbi’nin adıyla Oku!” şeklinde başlayan Alâk sûresinin ilk beş ayetini vahyetti. Hz. Peygamber bu olay karşısında büyük bir sarsıntı yaşadı ve derhal evine, Hz. Hatice’nin yanına gitti. Korku ve telaş içerisinde “Beni örtün, beni örtün” buyurdu. Allah Resûlü yaşadıklarını Hz. Hatice’ye anlatınc:
Korkma inanıyorum ki Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmeyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğruyu söyler, âcizlerin elinden tutarsın, yoksullara yardım eder, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayanların yanında yer alırsın.
diyerek onu sakinleştirdi. Daha sonra eşi Hz. Muhammed’i Tevrat’ı ve İncil’i iyi bilen amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka b. Nevfel Hz. Peygamber’e beklenen peygamber olduğunun müjdesini verdi ve daha önceki peygamberlerin başına geldiği şekilde halkının ona kötü davranacağını, şayet hayatta olursa onun yanında yer alacağını söyledi.
Hz. Peygamber ilk vahiyden sonra yeniden Cebrâil (a.s.)’in geleceği zamanı bekliyordu. Ancak Alâk sûresinin ilk beş ayetinden sonra bir müddet hiç vahiy gelmemişti. Fetretü’l-vahy olarak geçen bu sürecin ne kadar devam ettiğine dair farklı rakamlar verilir. Üç ay kadar olduğu söylenmekle beraber, bu süreyi üç yıla kadar çıkaranlar da vardır. Vahyin kesintiye uğradığı bu dönem Müddessir sûresinin ilk ayetleriyle sona erdi ve Hz. Peygamber insanları Allah’ın dinine davet etmeye başladı.
Davetin ilk kısmı gizli olarak gerçekleştirilmiş, adeta Hz. Peygamber tarafından kendisine samimiyetle bağlanacak çekirdek bir kadro oluşturulmaya çalışılmıştır. Gizli davet dönemi içerisinde Hz. Peygamber Müslümanları genç yaşta İslamiyet’i benimseyen Erkam b. Ebü’l Erkam’ın evinde topluyor, orada tebliğ faaliyetinde bulunuyordu. Davetin açıktan yapılmaya başlanmasıyla Allah Resûlü tebliğine ilk olarak yakın akrabasından başlamış, amcası Ebû Leheb büyük bir öfkeyle ona karşı çıkmışken, Ebû Talib Müslüman olmamakla beraber onu himayesi altına almıştır.
5.Ne Olursa Olsun Davasından Vazgeçmemesi
Tebliğin ilk başlarında Hz. Peygamber büyük bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Ancak ne zaman ki ilahi emirler Mekke toplumunun menfaatleriyle çakıştı işte o zaman Hz. Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği bu yeni dinden endişe duymaya başladılar. Çeşitli yollarla Hz. Peygamber’i İslam’ı anlatmaktan alıkoymaya çalıştılar. Ancak Allah Resûlü ne olursa olsun bir an bile onlardan korkmadı, yılmadı ve Hak meş‘alesini elinden bırakmadı.
Mekkeli müşrikler birkaç kez Hz. Muhammed’i himayesine altına almış olan Ebû Talib’e giderek, bu davadan vazgeçirmesi için yeğeni Muhammed (s.a.v.)’le konuşmasını talep ettiler. Üçüncü taleplerinde Ebû Talib Hz. Peygamber’in yanına giderek durumdan bahsedince Allah Resûlü:
Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez.
buyurarak Mekkelilerin teklif ettiği dünyalık menfaatleri elinin tersiyle itiyor, davasının yüceliğini ve ona olan bağlılığını açıkça ortaya koyuyordu. Kendisine yapılan tüm eziyetlere, tehditlere, zulümlere rağmen Hz. Muhammed (s.a.v.) tebliğinden vazgeçmemiş, her koşulda insanları hidayete, kurtuluş yoluna çağırmaya devam etmiştir. Hicreti esnasında kendisini öldürmek isteyen müşriklerden korkmamış, Medine’de davet halkasını inanılmaz bir şekilde genişleterek adeta müşriklere meydan okumuştur.
6.Örnek Bir Yönetici Olması
Resûl-i Ekrem’in numûne-i imtisali sadece dini hayatla sınırlı değildi. O dünyevi alanda da insanlık için hiç şüphesiz en güzel örnekliği teşkil etmekteydi. Onun yegâne kılavuzluğu hayatın tamamını teşmil eden bir boyuttadır. Hz. Peygamber mükemmel bir mübelliğ olduğu kadar eşine rastlanılmayan bir yönetici de olmuştur. Hz. Peygamber’in siyasi fonksiyonu Medine’ye hicretle beraber daha belirgin hale gelmiştir. Ancak Mekke döneminde de Müslümanların siyasi lideri olarak pek çok önemli adım atmıştır.
Elbette Mekke’deki baskıcı ortamın Müslümanların organize olmasına izin vermemesi Hz. Peygamber’in yöneticilik vasfını tam manasıyla gerçekleştirmesinin yolunda büyük bir engel teşkil etmiştir. Bununla beraber Medine’ye hicretle birlikte İslam devletinin temellerinin atılmasıyla Allah Resûlü Medine toplumunun yöneticisi olarak tarih sahnesindeki yerini almış ve dünya tarihinin görebileceği en müstesna devlet adamlığını sergilemiştir.
Onun siyasetinde en başta insana verdiği değer ön plana çıkmaktadır. Zira O Medine’ye hicret edince şehrin diğer sakinleri olan Yahudileri ve müşrik Arapları görmezden gelen, tecrit edici bir politika izlememiş, onları da toplumun bir parçası kabul ederek, Medine Vesikası ile din ve yaşam hürriyetlerini kayıt altına almıştır. Allah Resûlü hiçbir zaman nefret ettirici, baskıcı, zalimane bir yönetim sergilememiş, insanlarla sevgi diliyle konuşmuştur.
Onun yönetim tarzı ötekini yok edici, yakıp yıkan bir tarzda asla olmamış, o insana hürmet göstermiş ve daima insan kazanmaya çalışmıştır. Mesela Hakem b. Keysan esir edilince, Hakem’i öldürmek isteyenlere izin vermemiş ve Hakem’e tebliğde bulunmuş, nihayetinde Hakem, Müslüman olmuştur. Örnek bir lider olan Hz. Peygamber üstün meziyetleriyle Arap Yarımadasındaki hâkim siyasi yapının değişmesini sağlamıştır. O’nun yönetimiyle beraber kabîlevî düşmanlıklar, sosyal adaletsizlikler yerini sevgi ve kardeşliğe bırakmıştır.
Toplumda büyük bir dönüşüm gerçekleştiren Hz. Peygamber insanlar arasındaki tüm ayrıcalıkları kaldırmış, kadına hak ettiği değeri vermiştir. Her yönüyle adil bir yönetim sergileyen Allah Resûlü liyakate de ayrıca önem vermiştir. O görevlendirdiği kişilerin, verilen iş hususunda ehil olmasına dikkat etmiştir. Bir işin üstesinden gelemeyeceğini düşündüğü kimselere talep etseler dahi görev vermemiştir. Nitekim sahabeden Ebû Zer el-Gıfârî ve amcasının taleplerini görev için uygun olmamalarından dolayı reddetmiştir. Hz. Peygamber’in yönetiminde dikkat ettiği hususlardan biri de istişâre idi. Allah Resûlü kendisini hiçbir zaman tek yetkili otorite olarak düşünmemiş, her zaman alacağı kararlarda ashâbına danışmıştır. O kadar ki O Uhud Savaşı’nda görüldüğü gibi bazen kendi görüşüne uymasa dahi istişâreye bağlı kalmıştır.
7. Askerî Bir Deha Oluşu
Müslümanlar Mekke döneminde Kureyşli müşriklerin baskılarından dolayı zayıf ve pasif bir topluluk olarak kalmışlardı. Ancak Medine’ye hicretle beraber gerekli şartların sağlanmasıyla Kur’an-ı Kerim tarafından kendilerine müşriklerle savaşma izni verilmiştir. Önceleri Kureyş kervanlarını takip amacıyla gerçekleştirilen seriyyelerle başlayan bu süreçte Hz. Peygamber’in görevleri arasına bir yenisi daha eklenmiştir. Hz. Peygamber’in gerek savaş stratejisi gerek kumandanlık gerekse organizasyon açısından tam anlamıyla bir askeri deha olduğu söylenebilir. O girdiği savaşları büyük bir başarı ve beceriyle kumanda etmiştir. İdeal bir kumandanda bulunması gereken tüm vasıfları haiz olan Allah Resûlü savaşlarda stratejik davranarak düşmanı psikolojik olarak yıpratma yoluna gitmiş, zaman zaman ani baskınlarda bulunarak dirençlerini kırmayı hedeflemiştir.
Fetih için Mekke’ye ulaştıklarında Hz. Peygamber her kişiden bir ateş yakmasını isteyerek müşriklerin, Müslümanların sayısı noktasında endişeye düşmelerini sağlamıştır. Yine Mekke’nin fethi için hazırlık yaptığı sırada hedefini ters istikamet olarak göstermeye çalışması da onun askeri dehasıyla açıklanabilir. Hendek savaşında karşı tarafın gücünü kırmak için düşman taraflarını birbirine düşürmesi de onun askeri marifetidir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in askeri faaliyetleri hususunda altını çizmemiz gereken nokta; zikrettiğimiz tüm bu stratejilerin maddi menfaat sağlama gayesine değil, Allah’ın dinini yüceltme amacına matuf olduğudur. İkinci bir husus ise âlemlere rahmet olan Resûl-i Ekrem’in amacının hiçbir zaman kan dökmek olmadığıdır. Nitekim İslam’da savaş asli bir durum değil, tüm yollara başvurulduktan sonraki nihai noktadır.
Allah Resûlü öncelikle barışı sağlamak için elinden gelen çabayı göstermiş, mecbur kalmadığı sürece savaşa başvurmamıştır. Yaptığı ani saldırılarla düşmanları yıpratmaya çalışmış, böylelikle onları barışa ikna etmeyi amaçlamıştır. Tüm yolları denemesine rağmen savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda ise o güne dek eşine rastlanılmamış bir savaş ahlakı sergilemiştir. Savaşlarda ordusuna, kadınlara, çocuklara dokunulmamasını, hiçbir canlıya eziyet edilmemesini ve doğaya zarar verilmemesini tembih ederek çağını aşan bir savaş hukuku ortaya koymuştur.
8. Örnek Bir Aile Reisi Olması
Hz. Peygamber’in hâne-i saadetleri hiç şüphesiz bugüne kadar kurulan ve kurulacak yuvaların en mutlusuydu. O muazzam bir siyasi ve askeri ferasete sahip olmanın yanında, örnek bir aile yaşantısına da sahipti. Allah Resûlü kadının değerinin olmadığı, hakir görüldüğü bir toplumda kadına hak ettiği saygınlığı kazandırmış, onun erkeğin mülkiyetinde bir mal veya köle olarak değil ayrı bir kişi olarak toplumda var olmasını sağlamıştır. Bir aile reisi olarak eşleri üzerinde baskıcı, mutlak otoriter bir tavır takınmamış, onlara her daim değer göstermiştir.
Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı en hayırlı olanınızdır. Ben hanımlarına karşı en hayırlı olanınızım.
buyuran Hz. Peygamber eşlerine karşı sevgi ve muhabbetle yaklaşmış, nezaketli ve ince davranmıştır. Kadına karşı olumsuz yargıların, muamelelerin olduğu toplumun aksine hanımlarına incitici tavırlarda bulunmamış, onları aşağılamamıştır. Kadınların haklarının çiğnenmesine, ezilmelerine, horlanmalarına karşı çıkmış, onların Allah’ın emaneti olduğunu hatırlatarak, onlara gereken değerin verilmesini istemiştir.
O eşlerine verdiği değeri sözleriyle de onlara göstermekten geri durmamıştır. Zira eşlerine hoşlarına gidecek güzel hitaplarda bulunduğu bilinmektedir. Bu noktada Hz. Âişe’ye sevgi ifadesi olarak onun hoşuna giden Uveyş(Ayşecik), Âiş ve Humeyrâ şeklinde hitap etmiştir. Eşleriyle şakalaşır, onlara zaman ayırır ve ilgi gösterirdi. Nitekim yine Hz. Âişe annemiz onunla yarış yaptığını anlatan rivayetler nakletmiştir. Eşlerine her daim değer vermiş olan Hz. Peygamber, gerektiğinde onların görüşlerine başvurmuş ve istişarede bulunmuştur.
Hanımları Allah Resûlü’nün kendilerine olan şefkatinin, yüzündeki tebessümünün bir an bile azalmadığını söylemişlerdir. Hz. Peygamber eşlerine karşı her zaman şefkatli davranmış, hatalarında dahi onları incitmemiş, sabır göstermiş, onlara hoşgörüyle yaklaşmıştır. Hanımlarına karşı incitici bir söz söylemekten dahi geri duran Hz. Peygamber asla onları azarlamamış, şiddet uygulamamıştır. Zira O, “Kadınlar erkeğin dengi, benzeri ve tam bir eşidir. Hanımlarınızı dövmeyiniz.” buyurarak kadına karşı şiddeti yasaklamıştır.
Hz. Muhammed (s.a.v.) eşlerine olduğu gibi çocuklarına da aynı şekilde sevgiyle, şefkatle yaklaşmış onlara kötü muamelede bulunmamıştır. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir toplumda kızlarına değer vermiş olan Hz. Peygamber Kızı Fatıma yanına gelince ayağa kalkar, onun elini tutup, kendisini öperdi. Rukayye’nin vefatında da mezarı başında ağlamıştı. Torunlarına karşı da aynı şefkati besleyen Allah Resûlü namazlarda onları sırtında taşımış, onlarla şakalaşıp, oyunlar oynamıştır.
9. Güzel Ahlakı
Hz. Peygamber’in güzel ahlakı, örnek şahsiyeti asırlar boyunca tüm insanlık için en güzel model olmuştur. Onun ahlakı Hz. Âişe validemizin de belirttiği gibi Kur’an ahlakı idi. Allah Resûlü Kur’an’ın ibadete, muamelata dair öğretilerini ümmetine tebliğ etmenin yanında ahlâki ilkelerini de bizzat yaşayarak somutlaştırmıştır. Risâleti boyunca güzel ahlakın en kâmil imtisalini sergilemiş olmakla beraber, nübüvvet öncesinde de örnek yaşantısıyla anılan bir kişi olmuştur.
O; gençlik döneminde toplumda yaygın olarak bulunan kötülüklere meyletmemiş, dürüstlüğü, güvenilirliği, iyi ahlakıyla tanınmıştır. Zira Mekkeli müşrikler nübüvvetten önce dürüstlüğüyle tanıdıkları Muhammed (s.a.v.)’i getirdiği din karşısında hiçbir zaman yalancılıkla suçlayamamış, farklı gerekçeler öne sürerek İslam’dan yüz çevirmişlerdir. Onun yalan söylemediğini, daima dürüst davrandığını açıkça ifade etmek zorunda kalmışlardır.
Allah Resûlü’nün güzel ahlakını azılı düşmanları bile inkâr edememiştir. Onu en çok uğraştıran düşmanlarından biri olan Ebû Süfyan, Bizans İmparatoru Herakliyus’la yaptığı konuşmada Hz. Peygamber’i övmekten geri durmamıştır. Bizzat Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in güzel ahlakına dair atıflar vardır. Kur’an O’nun güzel ahlak üzere olduğunu, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini açıkça beyan etmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) merhameti, şefkati, dürüstlüğü, adaleti, cömertliği, nezaketi, insana verdiği değerle insanlığın görebileceği en mükemmel şahsiyettir. Hz. Ali O’nun ahlakını şu cümlelerle özetlemiştir:
Hz. Peygamber güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalpli idi. Hiçbir zaman kaba ve sert davranmazdı. Onun ağzından hiçbir kötü söz çıkmazdı. Kimseyi ayıplamaz ve kalbini kırmazdı.
Güzel ahlak timsali olan Hz. Peygamber müminlere de iyi hasletleri tavsiye etmiş, kötü huylardan uzak durmalarını emretmiştir. O ümmetine: “Müminlerin en yetkin olanı ahlaken en güzel olanıdır.” buyurmuştur.
10. Vefatı
Hz. Peygamber hicri 10 yılında ilk ve son haccı olan Veda Haccı’nı gerçekleştirmek üzere eşleri ve kızı Fatıma’yı da yanına alarak yola koyuldu. 26 Zilkade günü yola çıkan Hz. Peygamber 9 Zilhicce’de Arafat’ta ashabına Veda Hutbesi olarak meşhur olmuş olan konuşmasını yaptı. Bu konuşmadan Hz. Ebû Bekir Allah Resûlü’nün veda ediyor olduğu anlamış ve çok üzülmüştü. Veda Haccı’ndan sonra Medine’ye dönmesiyle beraber Hz. Peygamber’in sağlığı bozulmuştu.
Hastalığı artınca Allah Resûlü namazda imamlık görevini Hz. Ebû Bekir’e bırakmıştı. Son günlerini Hz. Âişe’nin evinde geçiren Hz. Peygamber kendini iyi hissettiği bir gün mescide gelince Hz. Ebû Bekir mihraptan geri çekilerek Allah Resûlü’ne yer vermek istediyse de O bunu kabul etmeyerek Hz. Ebû Bekir’in arkasında namazını kıldı. Daha sonra yeniden yatağına dönen Hz. Peygamber’in durumu ağırlaştı ve 13 Rebîülevvel 11 (8 Haziran 632) tarihinde “Maa’rrefîkıâlâya” (en yüce dosta) diyerek ruhu şeriflerini teslim etti. O’nun vefatı elbette Müslümanlar arasında büyük bir sarsıntıya, tarif edilemez bir üzüntüye sebep olmuştu. Vefatının ardından sahâbe-i kiramın gönlünde derin bir hasret ve özlem duygusu kalmıştı. Tıpkı 14 asırdır insanlığın gönlündeki hasret ve özlem gibi…
Hz. Peygamber’in Soy Şeceresi: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim (Amr) b. Abdülmenâf(Muğire)b. Kusay (Zeyd) b. Kilâb b. Mürre b. Ka‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr(Kays) b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike (Âmir) b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Ma‘ad b. Adnan b. Üd(veya Üded) b. Mukavvim b. Nâhûr b. Teyrah b. Ya‘rubb. Yeşcüb b. Nâbit b. İsmail b. İbrahim b. Târih (Âzer) b. Nâhur b. Sârûğ b. Râ‘ûb b. Fâlih b. Ayber b. Şâlih b. İrfahşaz b. Sâm b. Nûh b. Lemk b. Mettûşelah b. Ahnûh (İdris(?)) b. Yerd b. Mehlîl b. Kaynen b. Yâneş b. Şîs b. Âdem.
Şakk-ı Sadr: Hz. Peygamber’in sütannesinin yanında iken bir gün Cebrâil tarafından göğsünün yarılıp, kalbinin çıkarılarak yıkanması ve yerine yeniden konulmasını ifade eden olaydır. Bu olayın Mi‘rac hadisesinden önce olduğunu söyleyenler de vardır.
Nesî’:Arapların haram ayların yerlerini değiştirme ve haccın sabit bir mevsimde yapılmasını sağlama amacıyla kamerî takvimi şemsî takvime uyarlamasıdır.
Adnânîler: İki büyük Arap topluluğundan biridir. Diğer büyük Arap kolu olan Kahtânîler’in soyu Hz. Nuh’un oğlu Sam’a dayandırılırken, Adnanîler ,Hz. İsmâil’in, Kahtanîler’in kolu Cürhümlü hanımlarla olan evliliğinden olan çocuklarından Adnan’a nispet edilirler. Kendilerine sonradan Araplaşanlar manasında Arab-ı Müsta‘ribe de denilir.
Kaynakça
- Demircan, A. (2016). Siyer. İstanbul : Beyan Yayınları.
- Aydın, N. (2015). Hz. Peygamber’in Aile Hayatında Eşler Arası İletişimin Temel İlkeleri. Bayburt Eğitim Fakültesi Dergisi, 99-129.
- Kurt, H. (2007). Hz. Peygamber’in İnsanlarla İlişkileri ve Aile İçi İletişimde Sevgi. 1. Kutlu Doğum Sempozyumu “Hz. peygamber ve İnsan Sevgisi”, (s. 219-227). Şanlıurfa.
- Özel, A. (2006). Yönetici Peygamber Olarak Hz. Muhammed. Divan: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, 1-44.